Ayrılık; Ben ve Öteki
Günümüz ilişkilerinde ayrılığın ve yalnızlığın giderek daha fazla görünür hale gelmesi, erken dönem ayrılık deneyimlerinin psikanalitik açıdan yeniden tartışılmasını gerekli kılmaktadır. Bu metinde ayrılığı sadece kayıp olarak değil, insan yavrusunun doğumdan yetişkinliğe uzanan bir olma, farklılaşma ve ayrılmaya giden özne olma yolcuğu psikanalitik kuram çerçevesinde incelenmiştir. Çocuklukta ben ve öteki ayrımı ve öznelleşme sürecinin kliniğe yansımaları ve nasıl çalışıldığı tartışılmıştır.
Özne -nesne ayrımı (ilk yıllar):
Ayrılık; ayrı olma durumu, uzak düşme, düşünce, görüş veya duygu arasındaki uymazlık olarak kullanılan bir kelime. Ayrılık insanın doğum anından itibaren deneyimlediği, öznelleşme sürecinin gerçekleşmesi için olmazsa olmaz kayıpların yaşandığı bir durum olarak görülebilir. Önce doğumla beraber bebek anneden fiilen ayrılır, ancak bu aşamada bir ayrılık deneyiminden söz etmek mümkün müdür? Freud Olumsuzlama metninde “Öznelle nesnel arasındaki zıtlık başlangıçtan beri mevcut değildir” der. Bu ifadeden yola çıkarak şu soru da sorulabilir: Yenidoğan bebekten özne olarak bahsedebilir miyiz?
Winnicott: “bebek diye bir şey yoktur. Bana bir bebek gösterin ki yanında ona bakan biri olmasın. Her bebeğin olduğu yerde ona bakan birisi de vardır” şeklinde anne-bebek ilişkisindeki tam bağımlılığı tanımlamıştır. Tam bağımlılık yani çocuksu bağımlılık kısmen nesne ile özneyi ayırmamaya dayanır (Quinodoz, 2006). Bu aşamada henüz bir özne yoktur, başlangıçta anne ile bebek yani iç ile dış birdir. Freud bu evreyi Narsisizm Üzerine metninde birincil narsisizm; kapalı ve özerk bir sistem olarak tanımlar. Ben gibi bir bütünlüğün bireyde başlangıçtan beri bulunamayacağını varsaymamız gerektiği ve benin gelişmek zorunda olduğunu öne sürer. Bu evrede çocuklarda ve ilkel insanlarda gözlemlenen “düşüncelerin tümgüçlülüğü” yani isteklerin ve zihinsel edimlerin gücüne aşırı önem verme özelliği mevcuttur. Dış gerçekliğin henüz bir önemi yoktur. Aynı metinde aslında ebeveynler çoktan terk ettikleri öz narsisizmlerini şimdi çocukları için yeniden talep eder ve sürdürmeye çalışır der. Birincil narsisizm burda annenin arzusu olarak da görülebilir, yani ötekinin arzusu. Freud “Ketlenmeler, Belirtiler ve Kaygı” metninde özsever bir yaratık olan ceninin nesne olarak varlığından tümden habersiz olduğunu söyler, bu aşamada anne de henüz yitirilecek bir nesne değildir. Bebek tümüyle çaresizdir, yaşam tehlikesi ile karşı karşıyadır. Tehlike olarak gördüğü ve ona karşı korunmak istediği durum; karşısında çaresiz olduğu doyumsuzluk, gereksinime bağlı olarak artan gerilimdir. Freud bu aşamada biriken ve kurtulunması gereken uyarım miktarlarına ekonomik bozukluk adını vermiştir. Bebek dışsal ve algılanabilir nesnenin yani annenin bu durumu sona erdirebildiğini deneyimlediğinde, korktuğu tehlikenin içeriği ekonomik durumdan bu durumu belirleyen koşula, yani nesne yitimine - annenin kaybına yer değiştirir. Şimdi tehlike annenin olmamasıdır ve bu durum gerçekleşmeden, bebek korkulan ekonomik durum başlamadan korku sinyalini verir. Bu aşamada tehlike sinyali ve kaygının ilk tohumları atılmış olur. Kaygı burda tehlikeli durumdan kaçınmak için bir sinyal olmaktan öte bir işleve sahiptir.
Bir yaşındaki çocuk kesinkes bedeninde yaşar. Burada psişe ile soma uzlaşı halindedir. Bebeğin ihtiyaçlarına yeteri ölçüde adapte olmak psişe ile soma arasındaki sıkı bir ilişkinin kurulması için gereklidir. Ancak zamanla anne adaptasyona yetersizlik gösterebilir, giderek yetersiz kalabilir. Bunun nedeni bebeğin zihninin ve entellektüel süreçlerinin adaptasyon yetersizliklerine yol açabilmesi, fırsat verebilmesidir( Winnicott, 1988). Böylece zihin anneyle ittifak kurabilir ve annenin işlevinin bir bölümünü üstlenebilir. Bebek acıkır, bedensel gerilim artar, ve meme yaratılır. Winnicott (1988) bebeğin bu evrede yanılsama ve yanılsamadan-kurtulma sürecini şu şekilde betimler:
“Anne, bebeğin ihtiyaçlarına büyük bir hassasiyetle uyum sağlayışı sayesinde bebeğin bu yanılsamaya sahip olmasına imkan verir. Annenin ihtiyaca uyum sağlama kapasitesi yavaş yavaş azalır ve bebek içinde bir canlılık nedeniyle ve içgüdü geriliminin oluşmasıyla bir şeyler ummaya başlar. Sonrasında, kısa süre içinde ağzın veya elin nesneye doğru bir uzanma hareketi gözlemlenir. Bu aşamada bebek yaratıcılığa hazırdır. Burada insan yavrusu dünyayı yaratır konumdadır. Bizler ihtiyacın aşama aşama arzuya dönüşümüne şahitlik ederiz.”
Burada tekrar Freud’un Olumsuzlama metnine başvurabiliriz. Oral dönemde ilk haz Ego’su iyi olan her şeyi içine almak ister kötü olanı kendisinden dışarı atmak ister. Bu artık gerçeklikte algılananın (bir şey) alınıp alınmaması değil Ego’da varolanın yeniden keşfedilip keşfedilmeyeceği sorunudur. Metnin devamında Freud iç-dış sorunundan/öznelle - nesnel arasındaki zıtlıktan şu şekilde söz eder:
“Gerçekdışı, yalnızca bir sunum ve öznel olan şey yalnızca içseldir; gerçek olan dışarıdadır… Öznelle nesnel arasındaki zıtlık başlangıçtan beri mevcut değildir. Yalnızca düşünmenin, dış nesnenin orada olmasına gerek kalmadan onu bir sunum olarak yeniden canlandırarak, bir zamanlar algılanmış olan bir şeyi bir kez daha aklın önüne getirme yeteneğine sahip olmasından ortaya çıkar. Dolayısıyla gerçeklik sınamasının ilk ve öncelikli amacı gerçek algıda sunulmuş olana karşılık gelen bir nesne bulmak değil böyle bir nesneyi yeniden bulmak, kendini onun orada olduğuna inandırmaktır”.
Freud’un burada işaretlediği yeniden bulunacak nesne anne memesidir. Özetleyecek olursam; başlarken sorduğumuz soruya şu şekilde yanıt verebiliriz: bebek ilk doğduğunda henüz bir öznellikten, içsel ve/veya ruhsal bir varoluştan söz edemeyiz. Bebek ile anne bir bütündür. Narsisistik evrede, o özerk alanda bebek henüz anneyi kendinden ayrı bir nesne olarak görmez. Bebek sadece id’ten ibarettir, ego henüz gelişmemiştir. Özneleşme ya da öznelleşme, Ben ve Ötekinin/içsel olan ile dışsal olanın ayrımı anca farklılaşma ve ayrışma ile gerçekleşir. Quinodoz farklılaşmayı erken bir süreç olan benliğin ayırt edebilme yetisi ya da benlik bireyselleşmesi için kullanır. Yukarıda bu sürecin ilk tohumlarının nasıl atıldığını; özne-nesne ayrımının nasıl oluştuğunu ve giderek derinleştiğini gördük. Freud’un kaygıyı, narsisistik evreden nesnenin tanınmasına ve onu kaybetme ve ayrılık korkusuna uzanan sürece atfettiğini gördük (Quinodoz, 2006). Ego kaygıyla baş edebilmek için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir, kayıp nesnenin temsilini oluşturur ve onu yeniden bulur. Ego geliştikçe birincil narsisizmden uzaklaşır ve bu evrenin geri kazanılmasına yönelik şiddetli bir çabaya da yol açar. Ego bir öznedir ancak kendini bir nesne haline getirebilir ve İd’e kendini bir nesne olarak sunar. Kendi işlevi kadar parçalara bölünür, bunlardan biri de süper-egodur( Frued,1933).
Farklılaşma süreci (ödipal dönem):
Süper-ego; anne-baba otoritesini temsil eder, egoyu gözler sert bir biçimde eleştirir. Bu da Ödipal dönemde anne-babayla özdeşleşme yoluyla gerçekleşir. Ödipal dönemde çocuk tekrar nesne yitimine ve onu bırakmaya zorlanır ve onu kendi egosuna yerleştirerek kendini dengeler, böylece nesne-seçimi özdeşleşmeyle yer değiştirir. Nesne seçimi ile özdeşleşme birbirinden büyük ölçüde bağımsızdır. Kişi nesne seçimi yaparsa ona sahip olmak ve içe almak ister. Özdeşleşir ise onun gibi olmak ister. Bu dönemde çocuk nesne seçiminden özdeşleşmeye doğru bir geçiş yapar ve ebeveynlerinden biriyle özdeşleşir yani onun gibi olmak ister. Çocuk artık ikili ilişkiden ayrılıp yasakların ve kuralların olduğu çoklu ilişkiye dahil olmuştur. Bu aşamda erkek çocuk için kaybedilecek nesne anne değil cinsel organıdır, Freud bunu iğdişlik/kastrasyon kaygısı olarak adlandırmıştır. Çocuk için artık korkunun içreği değişmiştir.
Bundan sonraki sürece süper-egonun gücü hakim olur. İğdişlik anksiyetesi ahlaksal anksiyeteye dönüşür. Ya da anne-baba ve çocuk ilişkisi üçgeninden atılma ve dışlanma korkusuna da dönüşebilir. Çocuğun sosyal ağa dahil olmasıyla beraber süper-ego sadece içe atılan ebeveyn parçasını değil toplumsal kuralları da temsil eder ve “sürüden ayrılma ve dışlanma” korkusuna dönüşür. Kaygının artık neye ilişkin olduğunu anlamak daha karmaşık hale gelir. Bununla beraber egonun tehlike olarak gördüğü şey süper-egonun kendisine kızması, onu cezalandırması ya da sevmeyi bırakmasıdır. Freud burada süper-ego korkusunun geçirdiği dönüşümün yazgı güçlerini yansıtan bir süper-ego korkusu olan ölüm korkusu ya da yaşama korkusu olduğunu eklemiştir.Bu evrede önemli olan diğer konuda cinsiyetin keşfedilmesi. Anne-babanın farklı cinsiyetlere sahip olması, kendini onlardan birinden farklı cinsiyette olduğunu keşfetmesi farklılaşma sürecinin önemli dönüm noktalarından biridir.
Ayrılma - ayrışma süreci (ergenlik):
Her şey yolunda giderse ergenlik belkide ayrılık acısının en yoğun yaşandığı ruhsal olarak ayrışma sürecinin sancılı bir şekilde gerçekleştiği bir kırılma noktasıdır insan hayatında; İlk sevgiliden ayrılma, biten arkadaşlıklar, dağılan gruplar, evden kaçmalar ve en nihayetinde çocukluğundan ayrılma ve çocukluğun yasını tutma dahildir bu döneme. Ergen gerçek kendiliğini ararken, bağımsızlaşmaya, özerk alanını kurmaya çalışırken hem dışarıda ailesiyle çatışır hem içeride yoğun ruhsal bir çatışma içinde bulur kendini. Talat Parman “Ergenlik Ya Da Merhaba Hüzün” kitabında ergenin bir yandan ayrılığı arzularken bir yandan nesnelere bağımlı hale gelmekten korktuğunu, süper-egonun kurduğu baskıya dayanmaya çalıştığını, buna dayanabilmesi için de narsisistik desteğe ihtiyacı olduğunu söyler. Parman’a (2003) göre ergenin narsisistik can simidi dış nesnedir ancak nesneler narsisizmin korunması için tehlike yaratır. Terapide de bu yaşanır, ergen terapistine bağlanmaktan korkar ve terapiyi bırakır. Burada ergenin korkusu iç içe geçme, yutulma, bir olma korkusudur. Birraux “korku özne ile nesnenin karşılaşmasındaki yapışma duygusudur” der ve şöyle devam eder “Özne o an nesnenin arkasında kaybolur, yok olur. Sonradan etkiyle korku nesneleri belirginleşir ve dünya iyi ve kötü, tehlikeli ve tehlikesiz olarak ikiye ayrılır”. Önce nesneden ayrılmanın ve nesne yitiminin yarattığı kaygıyı konuştuk şimdi ise nesne ile karşılaşma ve yapışma hissinden korku olarak söz ediyoruz. Ergenlerle yapılan analitik çalışmanın amacı genelde nesne düzlemi ile narsisizm arasında bağlantı kurmak, nesnesizleşmeden / negatif narsisizmden ergeni kurtarmak ve çocuğun annenin yanında yalnızlığı öğrenmesi gibi ergenin nesnenin varlığında narsisistik doyum sağlamayı öğrenmesi olmalıdır (Parman, 2003).
Ayrılık ve yalnızlığın üstesinden gelme:
Burada ben ve öteki arasında bir alan vardır. Bu alan hem ilişkiyi barındırır hem bir geçiş alanını içinde bulundurur. Özne ile nesne arasındaki geçiş alanı ayrılığı tahammül edilebilir kılar. Winnnicott’un tanımladığı “geçiş nesneleri” ve “geçiş fenomenleri” kavramı annenin yokluğuna tahammül edebilmeyi sağlayan, bebeğin dış gerçekliğe karşı büyüsel kontrole sahip olduğu yanılsama alanı ve dış gerçekliğe karşı tümgüçlülüğünü koruduğu evredir. Ayrılık ve yalnızlığın getirdiği kaygı ve ruhsal acıya tahammül edebilmeyi mümkün kılan geçiş alanında, bebeğe nesneyi yaratma ve nesne üzerinde hak sahibi olma yanılsamasına izin verilir. Bebek ancak bu şekilde temel çaresizlik hissinin üstünden gelebilmeyi başarır ve “yalnız kalma yetisi” geliştirir, ya da Quinodoz’un tanımıyla “yalnızlığın ehlileştirilmesi” mümkün olur. Peki bu geçiş alanı neleri kapsar? Bu alan özne ile dış dünya arasında yer alan ne tamamen içsel ne de dışsal olan bir alandır. Bu alanda bebeğin bir de geçiş nesnesi bulunur. Çocuk bu nesne üzerinde anneye karşı kurmak istediği tümgüçlülüğü sürdürmeye devam eder. Bu geçiş alanı yetişkinlikte yaratıcılığa dönüşür. Din, sanat ve kültürelalanda birey fantezilerini ve yaratıcılığını canlı tutar. Analitik çalışmayı da bir geçiş alanı olarak düşünebiliriz. Ne içsel ne de tamamen dışsal. Sadece seans odasında kurulan ilişki hem mekansal hem de ruhsal bir çerçeve oluşturulmasını sağlar. Çerçeve içinde hastaya ait olan bir alan ve bir nesne bulunur. Bu alanı korumak, güvenilir kılmak analistin görevidir. Anca bu şekilde serbest çağrışım mümkün olur, düşlemler serbestçe dile getirilir, gerilemeye izin verilir, aktarım oluşur ve yorumlanabilir.
Winnicott bu süreci şöyle özetler: “Terapi çalışmamamızda hastayla defalarca görüşürüz, görüşmemiz nedeniyle, (anne gibi) kırılgan olduğumuz bir fazdan geçeriz; telaşlandıracak derecede bize bağımlı olan çocukla bir süreliğine özdeşleşiriz; çocuğun sahte kendiliğinin ya da sahte kendiliklerinin sıyrılıp gidişini izleriz; süt çocuğu olan anne gibi benlik desteği verebildiğimiz için, güçlü benliğiyle hakiki kendiliğin yeni yeni başladığını görürüz. Her şey iyi giderse, id dürtüsünden ve deneyimden kaynaklanan kaygılar karşısında, benliği kendi savunmalarını örgütleyebilen çocuğun ortaya çıktığını görebiliriz. Yaptıklarımızdan dolayı “yeni” varlık, bağımsız yaşam edinebilen gerçek bir insan doğar… haklıysam, ilk dönemde anneliğin “yeterince iyi olmadığı” ya da sekteye uğradığı çocukları tedavi ederken, terapi çalışmamızı dayandırabileceğimiz temel ilkeleri bize öğretecek olan anne-süt çocuğu ilişkisidir.” İnsanın gelişim evrelerini izlediğimizde gördüğümüz, her adımda giderek derinleşen özne ile nesnenin ayrışması ve her evrede yaşanan kayıplar özneyi giderek yalnızlaştırır. Özne-nesne arasında hissedilen yabancılık ve anlamsızlık hissine tahammül edebilme anca ayrılık ve nesne kaybıyla ilişkili kaygının derinlemesine çalışılması, öznenin kaygı uyandıran yalnızlık hissini, kendilik hissi ve ötekilerle olan ilişkilerini besleyen bir hisse dönüştürmekle mümkün olur. Bu da analitik çalışmada uygun çerçevenin oluşturulması ve çerçeve içinde hiçbir zaman terk edilmeyen erken evrelerin tekrar yüzeye çıkabilmesini sağlamak ve derinlemesine çalışmakla mümkün olur (Quinodoz,2006).
Konuşmanın başında Kaygıyı olası ayrılık ve nesne yitimine karşı verilen işaret/sinyal olarak tanımladık. Yas ve melankoli ise ayrılık ve kayıptan sonra gelen ruhsal acı ve nihayetinde kayıp nesnenin onarımı ve yaratıcılıkla üstesinden gelinmesi mümkün olan bir süreç. O halde ayrılık, öznenin kayıptan doğan boşluğu yaratıcılıkla dönüştürme kapasitesidir; bu anlamda her yaratım bir ayrılığın tanıklığıdır. Yazımı Freud ‘un Hein’den alıntıladığı şu dizelerle bitirmek istiyorum: Hastalık şüphesiz ki yaratma itkisinin nihai sebebiydi; yaratarak şifa buldum; yaratarak iyileştim.
Kaynakça
Bernateu, I. (2020). Ayrılmak: Uzun bir yol, Özne İçin Bir Gereklilik. Eksiklik, Ayrılık ve Ötesi. Psikanaliz Defteri 5. 2020.
Freud, S. (1914). Narsisizm Üzerine ve Scherber Vakası, (Çeviri: Mustafa Atalay), Metis Yay, İstanbul, 2006.
Freud, S. (1920). Metapsikoloji, çev. Emre Kapın ve Ayşen Teşken, Payel. İstanbul, 2013. 2013.Freud, S. (1926). Ketvurmalar, Belirtiler ve Anksiyete, Psikopatoloji. çev. Hakan Atalay, Payel yay. İstanbul,
Freud, S. (1933). Ruhsal Kişiliğin Açınsaması, Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları, çev. Emre Kapın ve Ayşen Teşken, Payel. İstanbul, 2017.
Parman, T. (2003). Ergenlik ya da Merhaba Hüzün, Bağlam yay. 2017.
Quinodoz, J.M. (2006). Ayrılık Kaygısından Yalnızlığın Ehlileştirilmesine. Psikanalitik Çerçeve, Psikanalitik Bakışlar II. 41-51.
Winnicott, D.W. (1965). Bireyin Gelişimi ve Aile, çev. Nur Nirven ve Nüket Diler, Pinhan yay. İstanbul, 2016.
Winnicott, D.W. (1988). İnsan Doğası, çev. Pelin Koç, Pinhan yay. İstanbul, 2017.